Korku hayattaki en büyük sorunlardan biridir. Korkuya kapılmış bir zihin şaşkınlık ve çatışma halinde yaşar, o yüzden de ancak şiddete meyilli, çarpık ve saldırgan olabilir. Kendi düşünce kalıplarından uzaklaşmaya cesaret edemez, bu da ikiyüzlülüğe yol açar. Korkudan kurtulmadığımız sürece, ister en yüksek dağa tırmanalım ister mümkün olan her tanrıyı icat edelim, daima karanlıkta kalmaya mahkumuz.
Çoğumuz toplumda bir mevki sahibi olma tatminini arzularız çünkü önemli biri olamamaktan korkarız. Toplumun öyle bir yapısı var ki saygıdeğer bir mevkiye sahip bir vatandaş büyük nezaket görüyor, mevkisi olmayan birisi ise hor görülüyor. Dünyada herkes bir mevki istiyor ve ister toplumda, ister aile içinde, ister Tanrı katında olsun, bu mevkinin başkaları tarafından kabul görmesi gerekiyor, yoksa mevki sayılmıyor. Hep bir kaidenin üstünde oturmamız gerekiyor. İç dünyamızda birer dert ve talihsizlik girdabıyız, onun için dışarıdan büyük bir şahsiyet olarak görülmek çok memnuniyet veriyor. Mevkiye, prestije, güce ve toplum tarafından her hangi bir açıdan önemli kabul edilmeye duyduğumuz bu arzu aslında başkalarının üzerinde egemenlik kurma isteğidir ve bu istek de saldırganlığın farklı bir şeklidir. Ermişliğine uygun bir mevki peşinde koşan ermiş çiftliğin avlusunda birbirlerini gagalayan tavuklar kadar saldırgandır. Peki bu saldırganlığın sebebi nedir? Korku, değil mi?
Korku hayattaki en büyük sorunlardan biridir. Korkuya kapılmış bir zihin şaşkınlık ve çatışma halinde yaşar, o yüzden de ancak şiddete meyilli, çarpık ve saldırgan olabilir. Kendi düşünce kalıplarından uzaklaşmaya cesaret edemez, bu da ikiyüzlülüğe yol açar. Korkudan kurtulmadığımız sürece, ister en yüksek dağa tırmanalım ister mümkün olan her tanrıyı icat edelim, daima karanlıkta kalmaya mahkumuz.
Böyle yozlaşmış, saçma bir toplumda yaşadığımızdan, aldığımız yarışma tarzındaki, korkuya neden olan eğitimin de etkisiyle hepimiz çeşitli korkuların ağırlığını içimizde hissediyoruz; korku ise hayatımızın her gününü bozan, çarpıtan ve sönükleştiren bir şeydir.
Fiziksel korku da var ama o hayvanlardan bize miras kalan bir tepki. Burada bizi ilgilendiren psikolojik korkular, çünkü köklü psikolojik korkularımızı anladığımız zaman hayvani korkularla baş edebiliriz, oysa önce hayvani korkularla ilgilenmek psikolojik korkuları anlamamıza asla yardımcı olmayacaktır.
Hepimiz bir şeyden korkarız; korku soyutlanmış halde var olamaz, hep bir şeyle ilintilidir. Kendi korkularınızı biliyor musunuz? İşinizi kaybetmekten, yeterince yiyecek veya paraya sahip olamamaktan, komşularınızın veya toplumun hakkınızda ne düşündüğünden ya da başarılı birisi olamamaktan, toplumdaki yerinizi kaybetmekten, küçümsenmekten veya alay konusu olmaktan duyulan korku; acı ve hastalık, hükmedilme, sevginin ne olduğunu asla bilememe, sevilmeme, eşinizi veya çocuklarınızı kaybetme, ölüm, ölüme benzer bir dünyada yaşama, can sıkıntısı, başkalarının zihinlerindeki imgenize layık olamama, inancınızı yitirme korkusu; bütün bunlar ve sayısız başka korkular…Siz kendi korkularınızı biliyor musunuz? Peki bunlarla ilgili genelde ne yapıyorsunuz? Onlardan kaçıyorsunuz, değil mi ya da üstlerini örtmek için fikirler ve imgeler icat ediyorsunuz? Ama korkulardan kaçmak onları büyütmekten başka bir işe yaramaz.
Korkunun en büyük nedenlerinden biri kendimizle yüzleşmek istemememizdir. Bu yüzden korkuların yanı sıra onlardan kurtulmak için geliştirdiğimiz kaçış yollarını da incelememiz gerekir. Beynin de bir parçasını oluşturduğu zihin korkuyu yenmeye, bastırmaya, disiplin altına almaya, kontrol etmeye, başka bir şeyin diliyle yorumlamaya çalışırsa anlaşmazlık ve çatışma baş gösterir, bu çatışma da enerjinin boşa harcanmasıdır.
O zaman kendimize ilk sormamız gereken soru, korku nedir ve nasıl ortaya çıkar olmalıdır. Korku kelimesiyle neyi kastediyoruz? Kendime korkunun ne olduğunu soruyorum, nelerden korktuğumu değil.
Belirli bir hayat tarzım var, belirli bir şekilde düşünüyorum, belirli inançlarım ve dogmalarım var ve bu varoluş kalıplarının bozulmasını istemiyorum çünkü köklerim onlarda. Bozulma bir “bilmeme” hali yarattığı ve bundan hoşlanmadığım için o kalıpların altüst olmalarını istemiyorum. Bildiğim ve inandığım her şeyden koparılırsam, gideceğim yerdeki durumdan makul derecede emin olmak isterim. Bu yüzden beyindeki hücreler bir şablon yaratmışlar ve güvensiz olabilecek başka bir şablon yaratmayı reddediyorlar. Kesinlikle belirsizliğe doğru olan harekete ben korku diyorum.
Şu anda burada otururken korkmuyorum; şimdiki zamanda korkmuyorum, başıma bir şey gelmiyor, kimse beni tehdit etmiyor veya benden bir şey alıp götürmüyor. Ama yaşanan anın ötesinde, zihnin derinlerinde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, gelecekte neler olabileceğini düşünün ya da geçmişten bir şeyin birden karşıma çıkmasından endişelenen bir katman var. Yani hem geçmişten hem de gelecekten korkuyorum. Zamanı geçmiş ve gelecek olarak ikiye ayırıyorum. Düşünce araya giriyor, “Dikkat et bir daha olmasın” ya da “Geleceğe hazır ol. Gelecek senin için tehlikeli olabilir. Şu anda elinde bir şey var ama onu kaybedebilirsin. Hiç ünlü olamayabilirsin. Yalnız kalabilirsin. Yarından emin olsan iyi olur” diyor.
Şimdi kendi korkunuzu ele alın. Onu inceleyin. Ona nasıl tepki verdiğinizi izleyin. Hiçbir kaçma girişiminde bulunmadan, haklı çıkarmadan, kınamadan ya da bastırmadan onu inceleyebiliyor musunuz? Korkuya neden olan kelime olmaksızın korkunuza bakabiliyor musunuz? Örneğin, ölüme, ölüm korkusunu uyandıran o kelime olmadan bakabiliyor musunuz? Kelimenin kendisi bile bir titremeye neden oluyor değil mi? Tıpkı sevgi kelimesinin de beraberinde bir titreme, bir imge getirmesi gibi? Şimdi zihninizdeki ölüme dair imge, gördüğünüz tüm ölümlerin hatırası ve kendinizi o olaylarla ilişkilendirmeniz… Korkuyu yaratan bu imge mi? Yoksa aslında sonu yaratan imgeden değil, sona ermekten mi korkuyorsunuz? Korkmanıza neden olan ölüm kelimesi mi, sonun kendisi mi? Korkmanıza neden olan bir kelime ya da hatıraysa o zaten korku değildir.
Diyelim ki iki yıl önce hastalandınız ve o acının, o hastalığın hatırası hala içinizde duruyor ve o hatıra “Dikkat et, bir daha hastalanma” diyor. Yani hatıra çağrıştırdıklarıyla birlikte korkuyu yaratıyor, aslında bu da korku değil, çünkü şu anda sağlığınız çok iyi durumda. Düşünce, hafızanın verdiği tepki olduğu ve hatıralar hep eski olduğu için daima eski olan düşünce, zamanla korktuğunuz hissini uyandırır ki bu gerçek değildir. Gerçek olan, sağlıklı olduğunuzdur. Ama zihinde bir hatıra olarak kalmış olan deneyim “Dikkat et, bir daha hastalanma” düşüncesini uyandırır.
Böylece düşüncenin belli bir tür korkuyu yarattığını görmüş olduk. Ama bunun haricinde bir korku var mıdır? Korku daima düşünceden mi doğar ve eğer öyleyse başka tür bir korku var mıdır? Ölümden korkarız, yani yarın veya yarından sonra, zaman içinde olacak bir şeyden. Gerçekle olacak şeyler arasında bir mesafe vardır. Düşünce gelecekteki o durumu deneyimlemiştir; ölümü gözlemleyerek “öleceğim” der. Ölüm korkusunu düşünce yaratır, yaratmazsa korku diye bir şey kalır mı?
Korku düşüncenin ürünü müdür? Öyleyse, düşünce daima eski olduğuna göre, korku da daima eskidir. Dediğimiz gibi, yeni bir düşünce yoktur. Bir düşünceyi tanıyorsak, o zaman eskidir. Öyleyse bizim korktuğumuz, eskinin tekrar etmesidir; geçmişte olanın düşüncesinin geleceğe yansımasıdır. Dolayısıyla korkunun sebebi düşüncedir. Bu böyledir, bunu kendiniz de görebilirsiniz. Bir şeyle ansızın yüzleştiğinizde korku hissetmezsiniz. Ancak düşünce işe karışınca korku ortaya çıkar.
Öyleyse şimdi soracağımız soru şudur: Zihnin tamamen, bütünüyle şimdiki zamanda yaşaması mümkün müdür? Ancak böyle bir zihinde korku olmaz. Ama bunu anlayabilmek için düşüncenin, hafızanın ve zamanın yapısını kavramamız gerekir. Bunları zekayla ya da sözlü olarak değil, gerçekten kalbinizle, zihninizle, sezgilerinizle anlamak sizi korkudan kurtaracaktır; işte o zaman zihin düşünceyi korku yaratmadan kullanabilir.
Hafıza gibi düşünce de tabii ki günlük yaşam için gereklidir. İş yerinde çalışırken vs. iletişim kurmak için elimizdeki tek araçtır. Düşünce hatıralara verilen tepkidir; deneyim, bilgi, gelenek ve zamanın vasıtasıyla biriktirilmiş hatıralara. Biz de hatıraların oluşturduğu bu zeminden hareketle tepki veririz ve bu tepki de düşünmektir. Öyleyse bazı düzeylerde düşünce zaruridir ama düşünce psikolojik bakımdan kendisini gelecek ve geçmiş olarak gösterip zevkin yanı sıra korku da yaratınca zihin körelir ve bundan dolayı hareketsizlik kaçınılmaz olur.
O yüzden kendime sorarım, “Neden, neden, neden, gelecek ve geçmişi zevk ve acı bağlamında düşünüyorum, üstelik böyle düşünmenin korkuyu doğurduğunu bile bile? Psikolojik bakımdan düşüncenin durması mümkün değil midir? Aksi takdirde korku hiç bir zaman bitmeyecektir.”
Düşüncenin işlevlerinden biri devamlı bir şeyle meşgul olmaktır. Çoğumuz, kendimizi olduğumuz gibi göremeyelim diye zihinlerimizin devamlı meşgul olmasını isteriz. İçimizin boş kalmasından korkarız. Korkularımızla yüzleşmekten korkarız.
Korkularınızın bilinciniz dahilinde farkında olabilirsiniz ama zihninizin daha derindeki katmanlarında onların farkında mısınız? Peki, saklanmış gizli korkuları nasıl ortaya çıkaracaksınız? Korku, bilinçli korkular ve bilinçaltı korkuları diye ikiye mi ayrılmalı? Bu çok önemli bir soru. Uzmanlar, psikologlar, psikanalistler korkuyu derin ve yüzeysel diye iki katmana ayırmış bulunuyorlar ama psikoloğun ya da benim dediğimi dinlerseniz, bizim teorilerimizi, dogmalarımızı, bilgilerimizi anlamış olursunuz, kendinizi anlamış olmazsınız. Kendinizi Freud’a, Jung’a ya da bana göre anlayamazsınız. Başka insanların teorilerinin hiç bir önemi yoktur. Korku, bilinçli korkular ve bilinçaltı korkuları diye ikiye mi ayrılmalı sorusunu kendinize sormalısınız. Yoksa sadece başka biçimlere soktuğunuz tek bir korku mu vardır? Yalnızca tek bir arzu vardır; yalnızca arzu vardır. Arzu edersiniz. Arzunun yöneldiği şeyler değişir ama arzu hep aynıdır. Öyleyse belki de aynı şekilde yalnız korku vardır. Bir çok şeyden korkarsınız ama sadece bir tek korku vardır.
Korkunun bölünemeyeceğini anlayınca bu bilinçaltı meselesini tamamen ortadan kaldırdığınızı ve böylece psikologların ve psikanalistleri kandırdığınızı göreceksiniz. Korkunun kendisini farklı şekillerde ifade eden tek bir hareket olduğunu görünce ve hareketin yöneldiği nesnenin değil, hareketin kendisinin ayrımına varınca çok büyük bir soruyla karşı karşıya kalırsınız: Zihnin yarattığı parçalanma olmadan bu korkuyu nasıl inceleyebilirsiniz?
Korku bir bütündür ama parçalar halinde düşünen zihin bu tablonun bütününü nasıl gözlemleyebilir ki? Gözlemleyebilir mi? Bugüne kadar parçalara ayrılmış bir hayat sürdük, korkuyu da ancak düşünce denilen parçalı süreç aracılığıyla inceleyebiliriz. Düşünme mekanizması her şeyi parçalara ayırarak işler: Sizi severim ve sizden nefret ederim, düşmanımsınızdır, dostumsunuzdur; kendime özgü huylarım ve eğilimlerim, işim, mevkim, prestijim, eşim, çocuğum, benim ülkem ve sizin ülkeniz, benim Tanrım ve sizin Tanrınız…Bütün bunlar düşüncenin parçalara ayrılmasıdır. Ve bu düşünce, bir bütün olarak korkuya bakar ya da bakmaya çalışır ve onu parçalara indirger. Dolayısıyla anlarız ki zihin, korkuya bir bütün olarak ancak bir düşünce hareketi yokken bakabilir.
Korku gibi canlı bir şeyle birlikte yaşamak, son derece kolay kavrayan ve hiçbir önceden varılmış sonuç barındırmayan, bundan dolayı da korkunun her hareketini takip edebilen bir zihin ve kalp gerektirir. O zaman, onu gözlemler ve onunla birlikte yaşarsınız- ve bu bütün bir gün de sürmez, korkunun doğasını anlamak bir dakika ya da bir saniye sürer- onunla böyle tam olarak yaşarsanız kaçınılmaz olarak sorarsınız: “Korkuyla yaşayan varlık kim? Korkuyu gözlemleyen, korkunun ana gerçeğinin farkına varmanın yanı sıra korkunun farklı biçimlerinin de tüm hareketlerini izleyen kim? Gözlemci, kendisi hakkında birçok bilgi ve veri toplamış ölü bir varlık, durağan bir şey midir; gözlemleyen ve korku denen hareketle bir arada yaşayan bu ölü şey midir? Gözlemci, geçmiş midir, yoksa canlı bir varlık mıdır?” Cevabınız nedir? Bana cevap vermeyin, kendinize cevap verin. Siz yani gözlemci, canlı bir varlığı izleyen ölü bir şey misiniz, yoksa canlı bir varlığı izleyen canlı bir varlık mısınız? Çünkü gözlemcide iki hal de mevcuttur.
Gözlemci korkuyu istemeyen sansürcüdür; gözlemci korkuya dair bütün deneyimlerinin toplamıdır.Dolayısıyla gözlemci korku dediği şeyden ayrıdır; aralarında mesafe vardır; gözlemci durmadan korkuyu yenmeye ya da ondan kaçmaya çalışır, korkuyla arasındaki bu bitmek bilmeyen mücadele de bu sebeptendir, bu mücadele enerjinin boşa harcanmasından başka bir şey değildir.
İzlerken gözlemcinin hiçbir geçerliği veya cismi olmayan bir fikirler ve anılar örgüsünden ibaret, korkunun ise bir hakikat olduğunu ve bir gerçeği soyut bir kavramı kullanarak anlamaya çalıştığınızı -ki bunu tabii ki yapamazsınız- öğrenirsiniz. Ama aslında, “korkuyorum” diyen gözlemciyle, gözlenen şey yani korku arasında bir fark var mıdır? Gözlemci korkunun ta kendisidir, bunun ayrımına varılınca da korkudan kurtulma çabasının neden olduğu enerji israfı sona erer ve gözlemciyle gözlenen şey, arasındaki zaman-mekan aralığı ortadan kaybolur. Korkudan ayrı bir şey değil, onun bir parçası -ta kendisi- olduğunuzu anlayınca, korku konusunda hiç birşey yapamazsınız; işte o zaman korku tamamen biter.
J.Krishnamurti
Bilinenden Kurtulmak
alıntıdır
alıntıdır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder