Yeni kuralım bu. Gitgide yükselen bir eşyalar imparatorluğunun, azla da mutlu olabilen mizacımı ele geçirmesini istemiyorum.
Kimsenin çok şeye, ‘bir tane daha’ya ihtiyacı yok.
İnsan büyüdükçe anlıyor, dükkanlarda aradığının başka şey olduğunu.
Eve gidip suluboya yapmanın, bir parfüm daha almaktan daha iyi bir şey olduğunu.
Kasada, parası neyse verdikten sonra, kolaycacık senin olan bir şey, eve götürene kadar eskiyor zaten.
İhtiyaç için almak başka. Onu ayırıyorum. Lafım, ‘bitandaa’lara.
Evdeki sonbahar temizliğiyle, bu konu üstüme üstüme geldi.
Yılların müsrifliğinden utandım.
Kendimi barbi gibi giydirip durmuşum. Halbuki çok az şeyi hep giymişim.
Torbalarda nefes alamamış elbiseler.
Kutularda dolaşmayı beklemiş ayakkabılar.
Tepelerde gökyüzü görmemiş şapkalar.
Kim aldı bunları? Ne düşünerek? Kendini mi tanımıyordu?
Bir ara kitap ayracından, diş fırçasına sahip olduğum (ki hiçbir şeye sahip değiliz aslında o da ayrı konu, onlar bize sahip.
Sonra koşarak yeni sahiplerine gidecekler naftalin kokularıyla) her şeyi yazayım dedim.
Bunun bana vereceği ıstırap o kadar çok olacaktı ki, dersimi alacaktım.
Fakat bu ceza bir insanın kendisine vermesi için ağır geldi.
Ev tıkış tıkış. Kitaplar da üstüme geliyor ama kütüphane inşa ediyoruz diye ona bir şey diyemiyorum.
Kendim için başlattığım bu ‘bitandaa’sız dünyayı, oğluma öğretiyorum.
Kamyon isterse, senin kamyonun var diyorum.
Elindekini sevmeyi, onunla bıkmadan yüzbinlerce kere oynamayı öğrense harika olmaz mı?
Yeninin kokusunun müptelası olmasa.
Bir arkadaşım evine gelen misafiri anlattı. Anne oğul gelmişler.
Oğlan bir buçuk saat bir iple -evet ip- oynamış.
O ip, ev olmuş, TIR olmuş, yol olmuş…
Kim bilir neler olmuş.
Geçenlerde, elini araba yapmış yokuşları çıkan Aziz Arif’in eline araba tıkıştırırken yakaladım birini.
Yapmayın dedim. Onun arabası var. Araba eksiği olsaydı emin olun söylerdi.
Özellikle çocuklara, minicik yaştan, ‘bitandaa’sız
yaşamayı öğretmemiz lazım.
Ne bizim ne de üzerinde yaşadığımız güzel dünyamızın bitandaa’yla baş edecek kaynağı yok.
O bitmez, doymaz bir şey.
Bu yaz, arkadaşımın 5 yaşındaki oğlu bana dönüp ‘you get what you get/ and you dont get upset’ (aldığını alırsın ve hayal kırıklığına uğramazsın) dedi, tekerleme gibi tonlayarak.
Okulda duymuş. Herhalde oyuncakların, evdeki gibi sadece onların değil, başkalarının da olduğu gerçek dünyaya hazırlık için öğretmişler.
Bir iç disiplin tekerlemesi, cebinden çıkarıp hatırlaman için.
Eşyaları tek tek yazmaya üşendim ama, fazlalıkları dağıtıp sadeleştikten sonra, her yeni gelen, bir şeye yol verecek.
Kıyafetlerde de, oyuncaklarda da.
Bir şeyi alıyorsan, bir şeyle vedalaşacaksın.
Ancak böyle boğulmadan yaşayabilir, hatta belki bir gün suluboyaya başlayabilirsin.
Marie Kondo’nun ‘Hayatı sadeleştirmek için, derle topla rahatla’ kitabında dediği gibi, eşyanızı elinize alıp ‘bu bana hala neşe veriyor mu’ diye sormak en iyisi.
Var mı artık sana neşe vermeyenin, başkasına vermesi gibisi?
Yazan: Nil Karaibrahimgil
Kimsenin çok şeye, ‘bir tane daha’ya ihtiyacı yok.
İnsan büyüdükçe anlıyor, dükkanlarda aradığının başka şey olduğunu.
Eve gidip suluboya yapmanın, bir parfüm daha almaktan daha iyi bir şey olduğunu.
Kasada, parası neyse verdikten sonra, kolaycacık senin olan bir şey, eve götürene kadar eskiyor zaten.
İhtiyaç için almak başka. Onu ayırıyorum. Lafım, ‘bitandaa’lara.
Evdeki sonbahar temizliğiyle, bu konu üstüme üstüme geldi.
Yılların müsrifliğinden utandım.
Kendimi barbi gibi giydirip durmuşum. Halbuki çok az şeyi hep giymişim.
Torbalarda nefes alamamış elbiseler.
Kutularda dolaşmayı beklemiş ayakkabılar.
Tepelerde gökyüzü görmemiş şapkalar.
Kim aldı bunları? Ne düşünerek? Kendini mi tanımıyordu?
Bir ara kitap ayracından, diş fırçasına sahip olduğum (ki hiçbir şeye sahip değiliz aslında o da ayrı konu, onlar bize sahip.
Sonra koşarak yeni sahiplerine gidecekler naftalin kokularıyla) her şeyi yazayım dedim.
Bunun bana vereceği ıstırap o kadar çok olacaktı ki, dersimi alacaktım.
Fakat bu ceza bir insanın kendisine vermesi için ağır geldi.
Ev tıkış tıkış. Kitaplar da üstüme geliyor ama kütüphane inşa ediyoruz diye ona bir şey diyemiyorum.
Kendim için başlattığım bu ‘bitandaa’sız dünyayı, oğluma öğretiyorum.
Kamyon isterse, senin kamyonun var diyorum.
Elindekini sevmeyi, onunla bıkmadan yüzbinlerce kere oynamayı öğrense harika olmaz mı?
Yeninin kokusunun müptelası olmasa.
Bir arkadaşım evine gelen misafiri anlattı. Anne oğul gelmişler.
Oğlan bir buçuk saat bir iple -evet ip- oynamış.
O ip, ev olmuş, TIR olmuş, yol olmuş…
Kim bilir neler olmuş.
Geçenlerde, elini araba yapmış yokuşları çıkan Aziz Arif’in eline araba tıkıştırırken yakaladım birini.
Yapmayın dedim. Onun arabası var. Araba eksiği olsaydı emin olun söylerdi.
Özellikle çocuklara, minicik yaştan, ‘bitandaa’sız
yaşamayı öğretmemiz lazım.
Ne bizim ne de üzerinde yaşadığımız güzel dünyamızın bitandaa’yla baş edecek kaynağı yok.
O bitmez, doymaz bir şey.
Bu yaz, arkadaşımın 5 yaşındaki oğlu bana dönüp ‘you get what you get/ and you dont get upset’ (aldığını alırsın ve hayal kırıklığına uğramazsın) dedi, tekerleme gibi tonlayarak.
Okulda duymuş. Herhalde oyuncakların, evdeki gibi sadece onların değil, başkalarının da olduğu gerçek dünyaya hazırlık için öğretmişler.
Bir iç disiplin tekerlemesi, cebinden çıkarıp hatırlaman için.
Eşyaları tek tek yazmaya üşendim ama, fazlalıkları dağıtıp sadeleştikten sonra, her yeni gelen, bir şeye yol verecek.
Kıyafetlerde de, oyuncaklarda da.
Bir şeyi alıyorsan, bir şeyle vedalaşacaksın.
Ancak böyle boğulmadan yaşayabilir, hatta belki bir gün suluboyaya başlayabilirsin.
Marie Kondo’nun ‘Hayatı sadeleştirmek için, derle topla rahatla’ kitabında dediği gibi, eşyanızı elinize alıp ‘bu bana hala neşe veriyor mu’ diye sormak en iyisi.
Var mı artık sana neşe vermeyenin, başkasına vermesi gibisi?
Yazan: Nil Karaibrahimgil
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder