Genelde diğer insanları kendimizden ayrı görür, onların olumsuz davranışlarının bizi etkilemeyeceğini düşünürüz. Bu nedenle, kendi tutumumuzun da onlar üzerinde bir etkisi olmadığını, onların yardım çığlıklarının da bizimle bir ilgisi olmadığını düşünürüz. Ayrıca, onlar kötü bir iş yaptıklarında, bunun sonucuna yalnız kendilerinin katlanacaklarını ve onları suçlarından dolayı yargılarken, kendimizi bu yargı dairesi dışında görerek, huzur içinde yaşamımızı sürdürebileceğimizi düşünürüz. İyiliği hak etmeyen birisine merhamet edip, onu affedecek olursak, bunu empati duyduğumuzdan değil, kendimizi daha değerli olduğumuzu vurgulamak için yaparız. Bazı durumlarda af uygulasak da, çoğu zaman affetmekten kaçarız. Olsa olsa sempatik bir hayırseverlik ruh hali ile affeder, akabinde hareketimizin mantıksız olduğunu düşünürüz. Böyle olduğu için vicdan azabına duyarsız kalırız. Bu zihniyet, gerçek af'fın ne demek olduğunu anlamaz, bu algılama şekli huzura kavuşturamaz.
Dünyayı ve insanları değiştirme çabasının arkasında yatan yorum ve yargı, diğerlerine bir şey öğretebileceğimizi düşünmektir, bu da içinde bulunduğumuz en büyük yanılgıdır. Diğerlerinde gördüğümüz ve eleştirdiğimiz her şey, aslında kendimizizdir. Öğretmek istediğimiz her şeyi, kendimiz öğreniriz, çünkü öğrenmenin tek yolu budur. Sen şöylesin-böylesin, senin hakkında şunu, veya bunu düşünüyorum. Seni şöyle görüyorum, seni haklı, ya da haksız buluyorum. Bana bunu, veya şunu yaptın, senin yüzünden mutsuzum gibi tüm yorumların ve yargıların arkasında yatan tek bir gerçek vardır, tüm algıladıklarım ve düşündüklerimin hepsi ben'im. Diğerlerinde gördüğümü sandığım tüm nitelikler aslında kendimdedir. Dolayısıyla diğerlerinden bana karşı yapılan yorum ve yargıların aksine, benim diğerleri hakkında sahip olduğum düşünceler beni bana tanıtır, kendi ego mekanizmalarımı anlamamı sağlar.
İnsanın içinde olmayan bir şey, dışarıda var olamaz. Bunu hergün, yeniden hatırlamalıyız, çünkü içinde bulunduğumuz yaşam koşusu, bizi her an sarsabilir. En önemlisi de, her ne olursa olsun kendimizle dürüst olmalıyız. Hiçbir şeyin ne bir özürü, ne de mazareti vardır. Bunu tamamen kendimiz için kabul ettiğimizde, tüm dikenlere ve yokuşlara rağmen, Dünya yolu, daha iyi kat edilir hale gelir. Ve kendimizi suçlama gibi bir düşünceye de kapılmamalıyız.
Doğduğumuzda hepimiz makrokozmik bütünden ayrı olmadığımızın bilincindeydik. Hatta ilk zamanlar evrensel dille iletişim kurardık, sonra sosyal öğrenme süreçlerinde bir takım kalıplara sarıldık, kurallarla yoğrulduk. Önce ailemizden ve yakın çevremizden, sonra eğitim sistemi içinde öğretmenlerimizden "normal" olmayı öğrendik.
Tek olmayı, yani "ben" olmayı marifet saydık, yaşam ödevinin "bireysellik aracılığıyla, bütünselliğe doğru gelişme" olduğunu kavrayamadık. Bize öğretilen sözde doğruların, negatif kalıpların esiri olduk. Suçluyu hep dışarıda, içimizden çok uzakta aradık, takındığımız maskeleri kendimiz sandık. Tanrı, toprak, deniz, hava, güneş, bitki, hayvan alemi, kısaca her şey, bizden ayrı kalmaya yüz tuttu. Ben’lerimizi ünvanlarla, olanaklarla, mal ve mülkle süsledik. Paranın, başarının, gücün peşine düştük. Sonra bir de baktık ki, geride kocaman bir boşluk oluşmuş.
Alıntıdır.