Booking.com

Dünya sorunları ve affetmeye giden yol







Çoğumuz önem verdiğimiz birçok şeylere sahibiz; görünüm, eğitim, yetenek, tavsiye mektupları, yetki belgeleri, fakat belli alanlarda felç olmuş vaziyetteyiz. Biz nedense korkarız! Bizi engelleyen, açlık ve yoksulluk değil, sibirya'ya sürülmekten de korkmayız, bilincinde olmasak da sadece korkarız. Bir ilişkinin doğru yürümediğinden korkarız, birilerinin bizi beğenmeyeceklerinden korkarız, yenilgiden, korkarız, yaşlanmaktan korkarız, genç yaşta ölmekten korkarız.


Kendimize karşı şefkatli olduğumuzu sanırız, ama değiliz. Kendimizden nefret ederiz, çünkü geçmişe bakarak, şimdiye dek daha iyi bir insan olmamız gerektiğini düşünürüz. Zaman zaman, başka insanların bizim kadar korku duymadıklarını düşünmekle yanılırız, bu da bizi daha çok korkutur. Belki onlar bizim bilmediğimiz şeyleri biliyorlardır, belki bizde bir kromozom eksikliği vardır.


Bugünlerde hemen hemen her şey için annemizi, babamızı suçlamak çok yaygın bir davranış biçimi haline gelmiştir. Bize göre kendi gözümüzdeki değerimizin öylesine düşük olması onların yüzündendir. Eğer onlar farklı olsalardı, biz de kendimize karşı daha sevgi dolu olacaktık. Fakat anne ve babamızın bize nasıl davrandıklarına yakından bakacak olursak, bizi ne kadar horlamış olurlarsa olsunlar, kendimizi hor görmemizle kıyaslandığında, çoğu zaman onlarınki daha hafif kalır. Onlar bize ağır davranmış olabilirler, ama biz kendimize daha ağır davranıyoruz.


Bizim kuşak, bir tür kendinden nefret girdabı içine kaymış ve kaçarak bir kurtuluş yolu aramak içindedir. Belki şu sınav işe yarayacak, belki şu seminer, belki şu ilişki, şu diyet, veya şu proje.. derken çoğu zaman aldığımız "ilaçlar", bizi tedavi edemiyor, zincirler kalınlaşıp, gerginleşiyor. Aynı melodramlar farklı kentlerde, farklı insanlarla devam edip gidiyor.


Uğradığımız ağır baskı, dıştaki bir şey tarafından kaynaklanmıyor, içimizdeki bir şey bizi durduruyor. Yani burada sorun bir şekilde kendimizde olmalı, ama bu soruna nasıl çare bulacağımızı bilemiyoruz, çünkü kendimize hükmedecek kadar güçlü değiliz. Herşeyi baltalayıp, yıkıp geçiyoruz; mesleğimizi, ilişkilerimizi, hatta çocuklarımız bile. İçki içer, uyuşturucu kullanırız, hükmetmeye başlar, zorbalık yaparız, aşırı özveride bulunur, saklanır, kimi zaman başkalarına, hatta kendimize saldırırız. İşlev bozukluğunun biçimi önemli değildir, kendimizden ne kadar nefret ettiğimizi ifade etmenin birçok yollarını buluruz, ama onu mutlaka ifade ederiz.


Duygusal enerji, bir ifade yolu bulmak zorundadır ve kendinden nefret etmek de güçlü bir duygudur. İçe döndürüldüğünde, o kişisel cehennemimiz haline gelir; bağımlılık, saplantılı şüphe, endişe, zorlama, acı verici düşünceler, depresyon, ilişkilerde şiddet ve hastalık gibi. Dışa yansıtıldığında, o bizim ortak cehennemimiz, yani kolektif bilincimiz'dir.

Kolektif bilincimizdeki bilgiler; şiddet, savaş, suç, yargı, baskı, açlık, beslenme, barınma, iş, para, moda, güzellik, kabullenilme, kıyaslama, yaşlılık, hastalık, ölüm iyi ve kötüye bakılmaksızın depolanır ve gitgide büyür. Ama bütün bunlar hep aynı şeylerdir, çünkü cehennemde pek çok kapı vardır.
Öfke, çoğu zaman bir dizi dile getirilmemiş duyguların içimizde birikerek patlamasıdır. Aslında duygularımızı ifade etmek, onları bastırmaktan çok daha kolaydır, ama bunu yapmayı beceremeyiz. Sevdiğimiz ölçüde acıdan kurtulur, sevgiyi inkar ettiğimiz ölçüde acı çekeriz.
Geçmişi ve geleceği düşünmeyi bırakın
Bize tahrik eden bir insanla karşılaştığımızda öfkelenir, birisini affedecek olursak, yaptıklarının onun yanına kâr kalacağını zannederiz. İşte bu yüzden, olumsuz olayları hep zihnimizin bir kenarda tutmak isteriz. Bu bir savunma mekanizmasıdır. "Kendimi korumaya alayım ki, gerektiğinde hatırlayayım, bir daha başıma aynısı gelebilir," diye düşünürüz. İşte tam da bu, egomuzun (nefsimizin) bize bir oyunudur.

Ego, sadece zihnimize değil, aynı zamanda bilinçaltımıza da hükmedebilir. Bu sayede istesek de geçmişi bir türlü unutamayız. Sürekli bilinçaltımızda onu tutmak, bizi bir şekilde garantiye alıyor zannederiz. Oysa bu doğru değildir, kötü anıları tuttukça, onlara duyduğumuz öfke içimizde büyüyerek, daha da tehlikeli bir hal alır. Bu kez "tek bir kıvılcım büyük bir alev için yeterli" misali, hemen öfkelenen birisi oluruz. Bunu, lüzumlu lüzumsuz herkese yansıtır, karşımızdaki kişinin egosunu kaşıdığımız ölçüde, onun da bize benzer bir sertlikle cevap vermesine sebep oluruz.

Hayatımıza güzelliklerin girmesini istiyorsak, eski ve kötü olayların duygusal yükünü sırtımızda taşımaktan vazgeçmeliyiz. Bize saldıran birisi karşımıza çıktığında, hemen savaşmak yerine, kendi merkezimizde kararlı ve şefkatli kalabilmemiz çok önemlidir. Bunu yaptığımızda, karşı taraf saldırmak için kışkırtmaya devam etmek istese de, bizden karşılık alamadığında, öfkesi azalır. Belki bir iki deneme daha yapar, ama saldırısı verimli olmadığında, vazgeçmeyi tercih eder. Ya da kendi içine kapanarak, duygusal çalkantıya girer, ama bize bunu belli etmemeye çalışır. Onu kendi haline bırakabilir, ilgimizi başka bir şeye yöneltebiliriz. Hatta onu yaptıklarından dolayı yargılamaktan (saldırısını başkalarına anlatmaktan) sakınır, böylece kendi huzurlu ortamımızı muhafaza etmiş oluruz.


Zaman Yasası, yalnız "şimdi"nin var olmasıyla ilgilidir. Geçmiş ve gelecek, bizleri "şimdi"nin ve "burada"nın farkındalığından uzaklaştırmak için dizayn edilmiştir. Geçmişi, ona tutunarak yargılarsın ve yargılamak demek inkar etmek demektir. Geçmişte inkar ettiğin ne varsa, gelecekte de başına onlar gelecektir. Yani geleceğin de aynı geçmişin gibi olacaktır. İnkar ettiğin ve direndiğin şeyleri de korumuş olacaksın. Geçmişin gitmesine izin vermek demek, geçmişi inkâr etmek demek değildir, geçmişi kabullenmek demektir. Geçmişi kabullenmeye direnmek, seni "şimdi"nin ve "burada"nın armağanlarından uzaklaştırır.


İstediğini seçmekte özgürsün, fakat seçiminin sonuçlarını istediğin gibi yaşamakta özgür değilsin.


Geçmişten kalan acılara yapışıp kalmaktan nasıl vazgeçilir?
İnsanların nefret ettikleri şeyleri sırtlarında taşıma ve bu duyguların devamlılığını sağlama gibi alışkanlıkları vardır. Yaralarına sürekli parmak basarlar, çünkü onların hayatları geçmişe bağlıdır. Ancak şimdi'de yaşamaya başlamadıkları sürece, ne affetmeyi, ne de unutmayı başarabilirler.


Farkındalık geçmiş ve gelecekte barınamaz, o tek bir zamana ihtiyaç duyar, o da şimdi'dir. Farkında olarak, şimdinin tadını çıkartmaya başladıkça, şimdinin içinde olmanın saadetini hissetmeye başladıkça, sürekli geçmişte takılıp kalınan acılar, artık kendiliğinden bırakılır. Geçmiş mevcut değilse, gelecek de yok olur, çünkü gelecek, yalnız geçmişin bir yansımasıdır. Geçmiş ve gelecekten özgür olmak, derin bir iyi olma hali ortaya çıkarır, bu iyi olma hali dönüşümün başlangıcıdır.


Her daim şimdide yaşamak, farkında olmak, tetikte olmak, sorunlarımızın üstesinden gelebilmemiz için bize fazlasıyla yeterli olacaktır. Ancak şimdiye odaklanamıyorsak, bağışlayıcılık bu anlamda cehennemden tek çıkış yolumuzdur. Huzurlu bir yaşam istiyorsak, hayatımızın sahnesinde rol almış kişileri affetmemiz, bizi geçmişin, günümüz üzerindeki yıpratıcı etkisinden kurtaracaktır. Yıllardan beri içimizde taşıdığımız öfkeleri boşaltmamız, geleceğe daha umutlu bakmamızı sağlar.
Suçluyu hep dışarıda aradık

Biz diğer insanları kendimizden ayrı görür, onların yaptıkları olumlu veya olumsuz şeylerin bizi etkileyemeyeceğini düşünürüz. Bu nedenle, kendi tutumumuzun da onlar üzerinde hiçbir etkisi olmadığını ve onların yardım çığlıklarının da bizim ile hiçbir ilgisi olmadığını düşünürüz. Ayrıca, onlar kötü bir iş yaptıklarında, bunun sonucuna da yalnız kendileri katlanır ve biz onları "suçlarından" dolayı yargılarken, kendimizi bu yargı dairesi dışında görür ve huzur içinde yaşamımızı sürdürebileceğimizi düşünürüz.

İyiliği hak'etmeyen birisine karşı bir şekilde merhamet eder de, onu affedecek olursak, bunu empati duyduğumuzdan değil, kendimizi daha değerli ve daha yüksek düzeyde olduğumuzu vurgulamak istediğimizden yaparız. Böylece bazı durumlarda af uygulasak da, çoğu zaman af etmekten vazgeçeriz. Olsa olsa sempatik bir hayırseverlik ruh hali ile yapar, ancak temelde son derece mantıksız olduğunu düşünürüz. Bu nedenle birisini affetmeyi rededersek, bunun adil olduğunu kabul eder ve birisini af etmediğimizden dolayı da acı çekmeyi kabul etmeyiz. Bu zihniyet ile gerçek af'fın ne demek olduğunu bir türlü anlayamayız, bu algılama şekli ile de af, bizi zaten gerçek huzura kavuşturamaz.

Doğduğumuzda hepimiz makrokozmik bütünden ayrı olmadığımızın bilincindeydik. Hatta ilk zamanlar evrensel dille iletişim kurardık, sonra sosyal öğrenme süreçlerinde bir takım kalıplara sarıldık, kurallarla yoğrulduk. Önce ailemizden ve yakın çevremizden, sonra eğitim sistemi içinde öğretmenlerimizden "normal" olmayı öğrendik.

Tek olmayı, yani "ben" olmayı marifet saydık, yaşam ödevinin "bireysellik aracılığıyla, bütünselliğe doğru gelişme" olduğunu kavrayamadık. Bize öğretilen sözde doğruların- negatif kalıpların esiri olduk. Suçluyu hep dışarıda, içimizden çok uzakta aradık, takındığımız maskeleri kendimiz sandık. Tanrı, toprak, deniz, hava, güneş, bitki, hayvan alemi, kısaca her şey bizden ayrı kalmaya yüz tuttu. Ben’lerimizi ünvanlarla, olanaklarla, mal-mülkle süsledik. Paranın, başarının, gücün peşine düştük. Sonra bir de baktık ki, geride kocaman bir boşluk oluşmuş.
Hepimiz görünmez iplerle birbirimize bağlıyız
Hepimiz farklı bedenler içinde, aynı özü taşıyan, bir bütünün parçalarıyız. Karşımıza ne koşulda, ne kılıkta, ne rolde gelirse gelsin, hepimizin özde aynı olduğumuzu kabul edince, içimizdeki isyan birden küllenir. O zaman yargıladığımızın, suçladığımızın, aşağıladığımız veya küçümsediğimizin, hatta gözümüzde büyütüp, kutsallaştırdıklarımızın, sıradan aynalarımız olduğunu fark ederiz. Kendi bilincimize vardığımız an, hem çocuk, hem yetişkin, hem masum, hem suçlu olduğumuzu, hem de aziz olduğumuzu fark ederiz.
"Kainat tek vücut, tek varlıktır. Herkes ve herşey görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma, bir başkasının da, hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki, dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir".(Şems-i Tebrizi)

İnsan ruhu, kusursuz ve dengeli şekilde makrokosmosun ayrılmaz bir parçasıdır. Fakat insan şu anda, geçmişte ve gelecekte evrenle her zaman bir olduğunu ve makrokozmik kökenini geçici olarak unutmuştur.
Biz kendi yaşamımıza, mikroskopun sınırlı görüş alanıyla bakar, görüş alanımızın hemen ötesinde bulunan birleştirici, uyum sağlayıcı makrokozmik gerçekleri tamamen göz ardı ederiz. At gözlüklerimizi, alışık olduklarımızın dışındaki herşeye karşı dar tutarız. Sonuçta evrenle olan ilişkimizin makrokozmik gerçegini görmek yerine, son derece kısıtlı olan, ama bize rahat gelen mikroskopik parçaları ile yetiniriz.

Her etki, eşit güçte karşıt bir tepki doğurur. Bir başkasına zarar verdiğimizde, sonuçta kendimize zarar vermiş oluruz. Bir başkasına verdiğimiz şeyleri, aynızamanda kendimize de verdiğimizi anlarsak, affetmenin ne olduğunu işte o zaman anlamaya başlarız.

Her şey, her şeyle bağlantılıdır ve herkes herkesin parçasıdır. Birine acı çektirdiğinde, kendine de çektirmiş olursun. Senin dışında hiçbir şey ve hiçkimse yok ve herkes senin bir parçandır. Bu, ruh'un yasasıdır.

Ayrılığa dair her inanç, yaşamında günah ve suçun sonuçlarına birer davetiyedir. Birliğe olan inanç ise, sana huzur, neşe ve sevgiyi getirecektir.

İnsanların birbirlerine hükmetme arayışı bitmediği sürece, kendilerini de birbirleriyle "bir" hissedemezler. Dolayısıyla Tanrı ile de. Bu yasa, Birlik yasası'na dayalıdır. Herkes, diğerlerini yargılamadan istediğini yapmakta özgürdür. İstediğini yapmakta özgür olmak istiyorsan, herkese aynı özgürlüğü vermelisin.

Diğerlerini yargılayanlar kendilerini ve dolaylı olarak Tanrı'yı da yargılamış olurlar. Tanrı'nın kulları eşittir ve herkes yargılamadan, istediğini yaşamakta özgürdür. Sen kendini Tanrı'dan ve gördüğün her şeyden ayrı hissetmekte özgürsün, fakat bu seçiminin sonucunu istediğin gibi yaşamakta özgür değilsin.
alıntıdır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder